Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel, iktidarın hatalı politikaları nedeniyle Türkiye’nin tarımda kendi kendisine yeten bir ülke olma unvanını kaybettiğini vurguladı. Aylık gıda harcamalarının tavan yaptığını da vurgulayan Özel, “Türkiye’de dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcaması, Türk-İş’in deyimiyle yeni açlık sınırı, 19 bin 830 lira. Bugün asgari ücret 17 bin lira, açlık sınırı 19 bin 830 lira. Bir kişi çalışıyorsa, o evde tek başına bile olsa zaten maaşı kiraya verse aç kalır, karnını doyursa sokakta kalır. Dört kişilik bir ailede dördü birden aç kalıyor. İki kişi çalışmıyorsa, açlık sınırının altındalar, kira ödemiyor olsalar bile” dedi.
Özgür Özel, Yerel Yönetimlerde Gıda Güvenliği ve Sürdürülebilir Tarım Konferansına katıldı.
Önemli bir günde bir arada olduklarını kaydeden Özel, “Yazdan belki de son kalan böyle güzel bir günde Ankara’da böyle bir heyetle birlikte güne başlamak hepimiz için çok enerji ve umut verici. Bugün 16 Ekim Dünya Gıda Günü. 1943’te kurulan Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nün kuruluş günü, 1979’dan beri Dünya Gıda Günü olarak kutlanıyor. Biz bugün bütün büyükşehirlerimizin kırsal kalkınma daire başkanlıklarını düzenli olarak koordineli olarak takip eden gıda, tarımdan sorumlu gölge bakanımız, Genel Başkan Yardımcımız Erhan Adem’in koordinasyonunda bir toplantı gerçekleştirmek istedik. Bunun için en uygun yerin de Ankara ve Ankara Büyükşehir Belediyesi olduğunu düşündük” dedi.
Özel, şunları söyledi:
“EN ÖNEMLİ GÜCÜMÜZÜ KAYBETTİK”
“Bir kısmını izledik. Bir kısmını Sayın Başkan ifade etti. Bir kısmını Genel Başkan olmama rağmen ben dahi stantları gezerken bazı yeni bilgileri gördüm. Ama gerçekten Ankara’da hem Ankara Büyükşehir Belediyemizin hem de diğer büyükşehir belediyelerimizin, 14 büyükşehir belediyesinin yapmış olduğu hizmetler, destekler, üretimler, katkılar gerçekten her türlü övgünün üzerinde. Ayrıca diğer 21 il belediyelerimizde müdürlükler seviyesinde hem köye dönüşü teşvik etmek, hem köyünde yalnız bırakılmış, ürettiği ürün değerini bulamayan ya da gerekli desteklemeleri, katkıları alamayan çiftçilerle dayanışma noktasında CHP’li belediyeler gerçekten üzerlerine düşenin fazlasını yapıyorlar. Gerçekten ‘Çiftçi milletin efendisidir’ diyen bir kurucu Genel Başkanın ve Cumhuriyetin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanının başladığı noktadan çok bambaşka bir yere savrulmuş, en önemli gücümüzü, kasımızı kaybetmiş noktadayız. Biraz önce Mansur Başkan ifade etti. Hepimizin küçük yaşlarda öğrendiği, övünerek söylediği, dünyada gıda açısından, tarım açısından kendisine yetebilen yedi ülkeden bir tanesiyiz diye öğrendiğimiz bilgi maalesef artık gerçek değil. Hatta bu konuda dönüp baktığımızda tüm rakamlar her geçen gün nasıl geriye gittiğimizi, bilhassa son 20 yılda nereden nereye gerilediğimizi gösteriyor.”
“DÜNYA NÜFUSUNUN YÜZDE 10’U AÇLIK ÇEKİYOR”
“Tabi gıda güvenliği ve gıdaya erişim garantisi yani gıda güvencesi iki önemli kavram. Aslında ikisinin de ne kadar önemli olduğunu hep birlikte geçtiğimiz kovidde yaşadık. Aslında kovid salgını bize neyi öğretti? Daha doğrusu nereden başladı? Nasıl yayıldı? Neler yaşattı? Bugünkü anlamda şöyle geriye dönüp bakarsak, aslında en temelinde eşitsizlik var. Biraz önce söylediği gibi dünya nüfusunun yüzde 10’u, Afrika nüfusunun yüzde 20’si en net tanımıyla açlık çekiyor, açlıkla cebelleşiyor. Esas büyük sorun küresel olarak gelir adaletsizliği, varlıkların eşitsiz dağılımı. Neden başladı kovid? Dört tane yoksul Çinli, Çin’de bir hayvan pazarında bir yarasa çorbasını dördü pişirdiler, bir yerden yediler. Yarasa vahşi bir hayvan. Onun yakalanıp çorbasının yapılması ve içilmesi gıda güvencesi açısından kabul edilebilecek bir şey değil. Yani evrensel standartlar, Çin’deki o hayvan pazarında gerçekleşmiş olsa, o virüs, koronavirüs, bir memeli olduğu için memeli insana kolayca geçen ve o günden sonra insandan insana bulaşmaya başlayan o virüs, hayvandan insana geçmeyecekti. Yoksulluk yüzünden gıda güvencesi olmayan bir yarasa çorbasını içtiler ve hastalandılar. Oradan sonra hızla önce bir şehirde, sonra ülkeye, sonra kıtalar arasına yayıldı. Pandemi ilan edildiğinde zaten artık iş işten geçmişti. Oradan sonra başka sorularla, başka eşitsizliklerle, başka çelişkilerle karşılaştık. Mesela aşı yoktu. Sonra hızla aşı üretilmeye başladı. ‘Aşı paralı mı olsun, parasız mı olsun?’ ‘Eldeki aşı, dünyadaki parası olanlara mı yoksa aşılanması gerekenlere mi uygulansın?’ Parası olanlara uygularsanız hem büyük bir eşitsizlik ve haksızlık yaparsınız, hem de daha sonra o virüs değişir, o aşı etkisizleşir ve gelir herkesi birden bir daha vurur. O yüzden aşıyı, bir ülkedeki örneğin aşıyı icat eden ülkedeki ya da bazı ülkelerdeki, aşı üretebilen ülkelerdeki, birçok ülkedeki, aşı ithal edebilen ülkedeki herkes yerine bütün dünyadaki bazılarına vurmak gerektiğinin doğru olduğu ortaya çıktı.”
“DÜNYA DÜZENİ, VAR OLDUĞU ŞEKLİYLE O DÜZENİ KURANLARI DA KURTARMIYOR”
“Mesela bütün dünyadaki önce sağlıkçılara, sonra berberlere, garsonlara, dolmuşçulara, ulaşım sağlayanlara çünkü en çok temas edenlere ve en çok yayanlara vurmalıydık ki dünyadaki dolaşım hızını düşürebilelim diye. Sonra biraz daha ileriye gitti ve mesela ‘Aşıyı reddetmek kişisel bir tercih midir, yoksa küresel bir meseleye kişisel olarak zarar vermek midir?’ Bu etik tartışmalar başladı. Ama sürecin en sonunda hep birlikte gördük ki bu dünyanın kovide yakalanmaması, yeni pandemiler yaşanmaması için, bunu bir şekilde bertaraf edebilmesi için birincisi dünyadaki herkesin belli bir gelir seviyesine çıkarılması lazım. Yani böylesine yoksulluğun yaşandığı yerde, dört tane yoksul Çinlinin içtiği yarasa çorbası, maske karşıtı Trump’a hastanenin camından maskeli fotoğraf çektirmeyi ya da aşı karşıtı Boris Johnson’ı, devrin İngiliz Başbakanı, yoğun bakımda entübe edecek noktaya kadar getirebiliyor her şey. Yani demek ki kurulan dünya düzeni var olduğu şekliyle, o düzeni kuranları da kurtarmıyor. Bu dünya düzenine hem ekonomik eşitlik, hem kaynakların paylaşımı açısından, hem de gıdaya erişim, yoksullukla mücadele ve bu noktada tam da durulması gereken yerde, bizim durduğumuz yerde eşitlikçi ve dünyadaki bütün halkları, halkın içindeki herkesi belli bir gelir seviyesinde, belli bir eğitim seviyesinde, belli bir bilinç seviyesinde, belli sağlık hizmetlerini eşit alır seviyede tutmak lazım. İşte CHP’nin bu ülkede temsil ettiği yaklaşım budur.”
“CHP BELEDİYELERİ PANDEMİDE İKTİDARIN EKSİKLERİNİ KAPATMAYA ÇALIŞTI”
“Hem yerel yönetimlerin pandemideki tutumları açısından yaptıkları, yani AK Parti’nin belediye başkanları şaşmış ve kalmış şekilde Ankara ne yapacak diye beklerken, sürecin sonunda da kapı kapı üçer tane maske dağıtacak hale gelirken, CHP’nin yerel yöneticilerinin birden harekete geçtiklerini, çünkü onlar hiç alışmamışlar zaten merkezi yönetimden bir şey gelmesine. Gelmiyor… Hatta eli kolu bağlanıyor. Hemen harekete geçtiler. Atölyeleri, maske fabrikalarına çevirdiler. Bütün imkanlarıyla sokağa çıkıp çalışamayanları evlerinde buldular. Onlara sahip çıktılar. İhtiyaç duyan sektörlere destek oldular. Pandemi sürecinde genel iktidarın eksik bıraktığı her şeyi kapatmaya çalıştılar. O dönem dört dörtlük bir süreci yerel yöneticilerimiz geçirdi. O günkü büyükşehirlerimizin hepsi efsaneler yarattılar. Türkiye’ye mal olduğu şekliyle bütün belediye başkanlarımız adına Ankara’da da halen daha ‘Seçim nasıl yüzde 60 ile alındı?’ diyen Mansur Başkanın pandemiyi nasıl yönettiğine baksın, gönüllere nasıl girdiğini oradan görsün.”
“KENDİNİZE YETECEK TARIMINIZ YOKSA PERİŞANSINIZ DEMEKTİR”
“Pandemi başka bir şeyi daha öğretti. Eskiden şöyle bir şey var, her şeyi üretmeye gerek yok, yüksek katma değerli ürün üretip ihracat yaparsın ki bu çok önemli bir şey, yadsınamaz, Türkiye’nin bu noktada yüzde 4’lük seviyede olduğunu, toplam ihracatta, Vietnam mucizesi dediklerinin, Vietnam’ın yüzde 33’e ulaştığını, bildiğiniz, filmlerde acıdığınız Vietnam’ın yaptığı ihracatı yüzde 33’ü yüksek katma değerli ürün, biz daha yüzde 4’teyiz ama sadece yüksek katma değerli ürünle bu işin olmadığını da gördük. Çünkü tedarik zinciri kırılınca sen kendine yetiyor musun? Kendi kendinle başbaşasın… Gümrükler kapanınca, gemiler, kamyonlar durunca, şehirler arasında bile ulaşım durunca ülke kendi kendine yetiyor mu, yetmiyor mu orası çok önemli bir hale geliyor. İşte orada hastalığın başlamaması için gıda güvenliği söz konusu iken hastalık ortaya çıktıktan ve tedarik zinciri kırıldıktan sonra bu sefer gıda güvencesi konuşulmaya başlıyor. İstediğiniz kadar dolarınız olsun, avronuz olsun, altınınız olsun, eğer kendinize yetecek bir tarımınız yoksa açsınız, sefilsiniz, perişansınız demektir. O yüzden yine genel iktidarın boş bıraktığı bir alan, bugün burada her birinin ayrı ayrı yaptığı projeler ve bizim bütünleşik olarak yönetmeye çalıştığımız bu alan son derece önemli hale geliyor.”
“MELİH GÖKÇEK’İN İMARA AÇTIĞI ALANDA BUGÜN TARIM YAPILIYOR, AR-GE YAPILIYOR, TARIM TURİZMİ YAPILIYOR”
“Biraz önce Mansur Başkan ile BAKAP Projesini konuştuk. BAKAP Projesi çok çarpıcı bir proje. Hatta şöyle ifade etmek lazım. 1900’lerin ilk çeyreğinde önce kurtuluşu başarıp, sonra kuruluşu gerçekleştirdik ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk şapkayı taktı, traktörün üzerine çıktı, meselenin önemine vurguyu yaptı. Hem bütün Türkiye’de tarımla ilgili bir Cumhuriyet devrimi başlattı, hem de kendisi Atatürk Orman Çiftliği ile araştırmaya, geliştirmeye dayalı ‘iyi tarım uygulamaları’ diye sonradan tanımlayacağımız noktada bir irade ortaya koydu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Ankara’nın ortasında çok büyük bir alanı tarıma ayırdı ve vasiyetiyle emanet etti. Birileri; yerelde Melih Gökçek, genelde Tayyip Erdoğan ve atadıkları oraya sahip çıkmadılar. O vasiyete uymadılar, oraya ihanet ettiler. Hep birlikte karşı çıktık. Mahkeme kararları oldu. Onu boşa düşürdüler. Yasal faaliyetler yaptılar. Ama Atatürk Orman Çiftliği gibi bu çağ için bile çok ilerici bir meseleyi anlayamayıp, oraya saray yaptılar, imara açtılar. Bugün o Melih Gökçek’in imara açtığı Gölbaşı’ndaki bir alan… İmar planı bozuldu ve yerine herhalde 1 milyara yakın, 750 milyon lira değerinde olan, Mansur Başkan ile dalga geçiyorlar, ‘1 milyar liralık arsayı çiftlik yaptı’ diye. BAKAP Projesi ile çiftlik yapıldı orası. Orada arıcılık yapılıyor, tarım yapılıyor, eğitim yapılıyor, üretim yapılıyor, AR-GE yapılıyor. Ayrıca tarım turizmi yapılıyor. Çocukların aileleriyle gelip tarım neymiş, arı neymiş, onları da gördüğü, tarımla barıştıkları, tarım okuryazarlığına sahip oldukları bir misafirlik süreci de oluyor. Ama en önemlisi orada AR-GE, iyi uygulamalar, bunların geliştirilmesi ve dört başı mahmur, dört yönüyle çok doğru işler yapılıyor. Önümüzdeki dönemde orayı görünür kılmak, benim de sizin de hepimizin de en önemli görevlerinden bir tanesi.”
“TARIM BAKANLIĞI, TÜRKİYE’Yİ AYAĞA KALDIRIRKEN EN ÖNEMLİ BAKANLIKLARDAN BİRİSİ OLACAK”
“Biz tarımda kendi kendine yeten bir ülke olmak için yeniden adımlar atmalıyız. Bununla ilgili malum bir program yazma sürecindeyiz kurultayımızda başlattığımız. Partimizin programı güne uygun hale gelecek, yazıldığı gün iyiydi ama eskidi. Biraz kısalacak. Çağı yakalayacak ve ilerinin hükümet programına evrilecek bir program olacak. Bu programın içindeki tarım kısmını, bugün de pek çok temsilcilerini dinleyeceğimiz, bu alanın meslek örgütlerinden, meslek odalarından, sendikalarından, akademisyenlerinden yararlanarak, onlara kulak vererek, onlarla birlikte çalışarak, hem 81 ilde 973 ilçede sorunları dinleyerek, mevcut önerilerimizi paylaşarak, eleştiriler alarak ve geleceğin iktidarında yani CHP’nin önümüzdeki dönem iktidarında Türkiye’yi ayağa kaldırırken en önemli bakanlıklardan birisi olacak Tarım Bakanlığı ‘Türkiye’de tarımı, hayvancılığı, besiciliği, arıcılığı nasıl ayağa kaldıracak?’ onları da bu önümüzdeki altı ayda çalışacağız. En doğru şekilde yazıp, sonra da o yazdıklarımızdan politika belgeleri ortaya çıkarıp, bu ülkeyi yönetirken nasıl yöneteceğimizi ve bu ülkeye ne vaat ettiğimizi mutlaka önümüzdeki süreçte Türkiye kamuoyu ile paylaşıyor olacağız.”
“ULUSLARARASI GIDA GÜVENLİĞİNDE 10 YILDA TAM 13 SIRA GERİLEDİK”
“Uluslararası gıda güvenliği dedik, Uluslararası Gıda Güvenliği Endeksi’nde ülkemiz 10 yıl önce 36’ncı sıradayken, bugün 49’uncu sırada. İnanılır gibi değil… 10 yıl önceye göre daha iyi cep telefonları kullanıyoruz, daha hızlı bilgisayarlar kullanıyoruz, daha çok elektrikli araçlar kullanıyoruz. 10 yıl önceye göre birçok şeyi para harcayarak, daha iyisini yaptığımızı sanıyoruz ama birilerinin yaptığı iyi şeyleri satın almanın yanında kendi işimizi kötü yapıyoruz. Çünkü 10 yılda daha iyiye gitmek varken, 10 yılda tam 13 sıra gerileyerek, 49’uncu sıraya gidiyoruz bütün dünyada gıda güvenliği meselesinde. Oysa denetim olanakları arttı, devletin olanakları arttı. Nasıl olur da böyle bir şey olur? İşte bu özensizlik ve öncelik vermeme meselesi. Önceliği başka yerlere verip, mesela 10 yıl önceye göre daha çok inşaat yapıyoruz, daha çok köprümüz var, daha çok yol var. Çünkü betona para var, müteahhide imkan var, o projelere devlet desteği var. Olsun, eğer usulünce oluyorsa olsun. Kaynağı yanlıştır, o finansman modeli yanlıştır… Yol da olsun da gıda güvenliğine niye destek, niye hizmet, niye kaynak yok, niye geri geriye gidiyoruz? Esas mesele, bizi hayatta tutacak mesele buyken, buradaki gerilemenin bu iktidar açısından izahı yoktur. Bu durum Türkiye’nin gıda güvenliği ve sürdürülebilir tarım konusunda stratejik bir eksiklik yaşadığının açık kanıtıdır.”
“BUGÜN BUNLARI YAŞAMASA FİLİSTİN GIDA ENFLASYONUNDA BİZDEN İYİ DURUMDA”
“Bu stratejik yoksunluk Türkiye’deki gıda enflasyonunun rekor oranda da artmasına sebebiyet vermektedir. Bu hem sağlığımızı tehdit ediyor. Aldığınız balın sahte olması da buna dair, çocuğunuzun yediği bir salatadan gıda zehirlenmesi olması da bu meseleye dair… Ya da besleniyorum sanıp da, baktığınızda çocuğunuzu beslediğinizi sanıp da vitamin, mineral açısından doğru bir diyet uygulayamadığınızı, uygulayıp sanıp da içerikte sıkıntı yaşadığınızı görmeniz de buna dair… Ama bir yandan da dönüp baktığınızda gıda enflasyonu dediğiniz mesele de buna dair… Bu ikisi iç içe geçmiş meseleler. Türkiye bugün gıda enflasyonunda yüzde 44’lük bir gıda enflasyonu yaşıyor. OECD ülkeleri içinde tartışmasız son sıradayız. OECD’de ya son ya sondan ikinci oluyoruz ya biz hep, her ölçme ve değerlendirmede. O ikinci ülke kim? Meksika… Meksika ne durumda? Yine bizden bir önde hakikaten. Ama orada gıda enflasyonu yüzde 8,8. Türkiye’de 44. Ne vahim durumda olduğumuzu görelim. Peki OECD ülkelerini bırakalım ve dönelim bütün dünyaya bakalım. Dünyaya baktığınızda çok daha berbat durumdayız. Neden? Sondan dördüncü durumdayız. OECD’de son ya… Sondan dördüncü… Hangi ülkeleri geçmişiz? Aslında sondan beş de burada Filistin’i saymaya insan utanıyor. Orada bambaşka insanlık ayıbı var. ‘Filistin’den iyiyiz’ demeye utanıyor. İnanın bugün bunlar yaşanmasa Filistin bizden iyi. Arjantin, Zimbabve, Güney Sudan. Bunlardan başka, bu üçünden başka gıda enflasyonunun Türkiye’den yüksek olduğu bir başka ülke yok. Dönüp bakıyorsunuz, Rusya ile Ukrayna savaşıyor. Rusya Ukrayna’yı bombalıyor. Ukrayna Rusya’ya füze atıyor. Bizden iyi durumdalar. Eritre, Çad bizden iyi durumdalar. Adını bilmediğimiz, haritada yerini bulamayacağımız onlarca ülke bizden iyi durumdalar.”
“ÜRÜN, ÜRETEN İÇİN MASRAFI KURTARMIYOR, ALAN İÇİN ATEŞ PAHASI”
“Türkiye’de dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcaması, Türk-İş’in deyimiyle yeni açlık sınırı 19 bin 830 lira. Bugün asgari ücret 17 bin lira, açlık sınırı 19 bin 830 lira. Bir kişi çalışıyorsa, o evde tek başına bile olsa zaten maaşı kiraya verse aç kalır, karnını doyursa sokakta kalır. Dört kişilik bir ailede dördü birden aç kalıyor. İki kişi çalışmıyorsa, açlık sınırının altındalar, kira ödemiyor olsalar bile. Gıda güvenliği ve sürdürülebilir tarım konusunda hatalı politikalar bir yandan çiftçinin ürünün tarlada kalmasına sebebiyet verirken, bir yandan da dünyanın en büyük gıda enflasyonuna sebebiyet veriyor. Burdur’a gittim. Orada çay toplanırken görüntümüz var, Burdur’da da gittim fasulye topladım. Fasulye tarlasına gittik, sabah 06.30’du. Tarlada topladık fasulyeyi, sattık; 8 lira. Kilosu 8 lira taze fasulyenin. Burdur pazarına gittik, kilosu 80 lira. Yani ürün, üreten için masrafı kurtarmıyor ama satın alan içi ateş pahası. Ürün efendim kamyonlara kondu, yollara düştü, İstanbul’a geldi, Hal Yasası, şu, bu… Hepsi doğru, Hepsi fiyatı artırıyor. Onları yapınca zaten o ürün İstanbul’da 140 lira oluyor, Bodrum’da 200 lira oluyor, Milas’ta 180 lira oluyor. Ama Bodrum’da üretilen 8 liralık fasulye Bodrum pazarında 80 oluyorsa, meselenin özünde bambaşka sorunlar da var. Sadece ve sadece Hal Yasası’yla, mazot fiyatıyla filan izah edilebilecek sorunlarımız yok bu noktada. Mazot, gübre, ilaç gibi girdi maliyetleri kat be kat artarken üreticiye yeterli destek verilmiyor. Fiyatlar da maliyetleri kurtarmakta yetersiz kalıyor.”
“1 MİLYON ÇİFTÇİ KAYIP, NEREDE BUNLAR?”
“Böyle olunca artık o iş yapılabilir olmaktan çıkıyor. Yapılabilir olmaktan çıktığında ne oluyor? Türkiye’de 2003 yılında 2,8 milyon çiftçi varken, bugün 2,3 milyon çiftçi var. Oysa 2003 yılında bizim nüfusumuz bundan 20 milyon eksikti. 20 milyon yeni nüfus geldi, orana bakarsan 500 bin yeni çiftçiye ihtiyaç var. Öyle ya, 60 milyona 2 milyonsa, 83 milyona 3,3 milyon olması lazım. 2,3 milyona düşmüş. 500 bin çiftçi artacağına, 500 bin çiftçi azalmış. 1 milyon çiftçi kayıp. Nerede bunlar? İşte bunlar işte bunlar biraz önce başkanın dediği gibi fabrikada asgari ücretle geçimini sağlamaya çalışıyor. 26 milyon dekar, yani Hollanda kadar alan bu iktidar döneminde ekilip, dikilmekten vazgeçilmiş durumda. Türkiye’de ortalama çiftçi yaşı 58. Dört çiftçiden üç tanesi gelecek sene bu işi yapmak istemediğini ifade ediyorlar. Çiftçi yaşı 30’larda olur. Bütün gençler, ailenin gençleri yeni kuvvet olarak tarıma katılırlar, yaşlılar tarladan eve çekilir. Ama artık yeni katılım yok. Tarladan eve çekilme daha ileri yaşlara kalmış. Çiftçinin ortalama yaşı 58. Her genç dört çiftçiden üçü ‘Gelecek sene fabrikada bir iş bulursam tarım yapmayacağım’ diyor. Tarımda sorunlar çözülmeyince işsizlik artıyor. Köyden kente göç engellenemiyor. Üretici de tüketicide refaha eremiyor. Bu da yerli üretimi azaltırken ülkemizin dışa bağımlılığını artıyor. Bir dönem Türkiye, tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken, bugün buğdayını, mısırını yurtdışından ithal eden bir ülke konumuna düşmüş durumda.”
“GEÇMİŞTE BİR KARIŞ TOPRAK VERMEDİK, ŞİMDİ TRAKYA’NIN YÜZDE 80’İ İPOTEK ALTINDA”
“Yerli üretimde düşüş, tarım ve gıda sektöründe taklit ve tağşişin yaygınlaşmasına neden olurken, bu durum hem tüketicinin sağlığını tehdit ediyor, hem de dürüst, gerçek üreticilerin zor durumda kalmasını, rekabet edememesini ortaya çıkarıyor. Kötü yönetimin yarattığı tahribatın yanı sıra küresel düzeyde yaşanan iklim değişikliği de kuraklık da gıda güvenliğini tehdit ediyor. Sulama altyapımız yetersiz, su kaynakları verimsiz ve bu konuda her geçen gün daha kötüye giden bir süreç var. Biraz önce dışarıda gördüğümüz bir proje; Ankara’da atık plastiklerin toplandığı, geri dönüşüme tabi tutulduğu, çiftçilere sulama borusu olarak ulaştırıldığı projeyi de son derece kıymetli ve yaygınlaştırılması gereken bir proje olarak değerlendiriyoruz. Milli savunma kadar kritik olan tarım sektörü daha fazla desteklenmeli ve çiftçinin borç sorunları çözüme kavuşturulmalıdır. Bir beka sorunu arayanlar, Türkiye’deki çiftçinin tarlalarının ipotek sorununu, çiftçinin zirai kredileri ödeme güçlüklerini ve bu güçlüğe düştüğünde tarlasının el değiştirdiğini ve satıldığını, birçok yabancı sermayeli bankanın eline geçtiğini görmek lazım. Bir karış toprak vermedik; Büyük Taarruz, büyük zafer, dünya kadar kayıp ama biz 26 Ağustos’ta taarruza geçtik. 30 Ağustos’ta zaferi kazandık, 9 Eylül’de İzmir’den denize döktük, 14 Eylül’de Balıkesir’de son kurşunu sıktık. Ama ardından Mudanya’ya gittik, Mudanya Mütarekesi’nde bütün mağlup devletleri karşımıza dizdik ve Mondrosun yerine Mudanya’yı yapıp, Lozan’a gidip Türkiye’nin tapu senedini imzalattık. Mudanya’da attırdığımız imza ile Trakya’yı bir kurşun atmadan düşman işgalinden kurtardık. Şimdi bir imza ile Türkiye’nin Trakya’daki topraklarının yüzde 80’i ipotek altında. Yani o ülkelere büyük bir mücadele ile Anadolu’dan süpürdüğümüz ve o savaştan çıktığımız gücümüzle Mudanya’da imzayı attırıp, bir kurşun atmadan geri alacak kadar caydırıcı olduğumuz Trakya’da birer imza, birer imza, toprakların yüzde 80’i yabancı ya da yerli bankaların ipoteğine geçmiş durumda. İpotek edilmiş durumda.”
“KOOPERATİFÇİLİKTE BELEDİYELERİMİZ ÜZERİNE DÜŞENİ YAPIYOR”
“Çiftçilerin üretim maliyetlerini düşürmek ve pazar erişimini kolaylaştırmak için kooperatifleşme desteklenmelidir. Bu konuda tüm belediyelerimiz üzerine düşeni yapıyor. Ancak bunun genel bir politika olarak tüm Türkiye’de, 70’lerde Ecevit nasıl kooperatifçiliği yerleştirdi ve hala ayakta, bazı yapılar o sayede duruyorsa bizim yeniden bir kooperatifçilik hamlesine girişmemiz gerekmektedir. Bu konuda el uzatıldığında çiftçilerin, vatandaşların belediyelerimizin ön ayak olduğu üretici kooperatifleriyle uyum içinde ve verimli çalışmalar yaptığını memnuniyetle görüyoruz. İzmir’de ilk ve en iyi örneklerden biri olan Tire Süt Kooperatifi, çiçek kooperatifleri ve tüm büyükşehirlerimizin şimdi giriştiği üretici kooperatiflerinin çok olumlu sonuçlar verdiğini, kooperatifçiliğin çağ dışı değil aksine çağdaş, iyi yönetim, iyi yönetişim ilkeleriyle yapıldığında son derece çağın sorunlarına etkin çözüm üreten bir yöntem olduğunu görmek gerekiyor. Belediyelerimiz kooperatifleşmeyi teşvik ederek küçük üreticinin pazara erişimini sağlarken, doğrudan üreticinin halka taze ve güvenilir gıda ulaştırmasına da katkı sağlamayı amaçlıyorlar ve başarıyorlar.”
“BELEDİYELERİMİZİN PİYASA YAPICILIĞI İLE ÇİFTÇİ TÜCCARA ‘İŞİNE GELİRSE’ DİYEBİLİYOR”
“Belediyelerimiz biraz önce de ifade edildi doğrudan alım garantisi vererek, çiftçinin ürününü değerinde satmasını, tarlada kalmamasını, en güzeli de bir piyasa yapıcılığı yapıyorlar. Piyasada bir başka aktör var artık. ‘Sen almazsan ben alıyorum’ diyor, alım garantisi veriyor. O zaman işte tüccar gelip, göbeğini kaşıya kaşıya, kalemini kulağının arkasına koyup, ayağını ayak ayak üstüne atıp, ‘İşine gelirse birader’ diyemiyor. O zaman çiftçiye Mansur Başkan alım garantisi verdiği için, CHP’li belediyeler ya da üretici kooperatifleri orada bir piyasa yapıcı olarak durduğu için bu sefer üretici ürünü almak isteyene fiyatı kendi söylüyor. Çünkü ‘Burada satabileceğim biri var, işine geliyorsa birader’ diye bu sefer çiftçi kendi söylüyor. İşte bu yüzden kooperatifleşme ve yerel yönetimlerin alım garantili ekim projeleri son derece kıymetli. Tarım araç gereçlerinden, tohuma, gübre ve fide desteklerine kadar imkanlar ölçüsünde desteklemeleri yapıyoruz. Bunların hepsinin birer ulusal projeye dönüşeceği iktidarımız için de bunları başarılı, çok yerinde pilot uygulamalar olarak da görüyoruz. Ayrıca Ankara Büyükşehir’in gübre üretimi, kendi gübresini üreten, bu ürettiği gübreyi üreticiye dağıtan projesini de son derece önemsediğimizi bir kez daha söylemek isterim.”
“TARIM YANARKEN BAKAN LÜKS MAKAM ARACIYLA MEŞGUL”
“Biz bunları yaparken, bunlara kaynak ayırırken, Tarım Bakanlığı ne yapıyor diye bakarsanız… Gerçekten Dünya Gıda Günü’nde, bugün ne yapacaklar, takip edeceğim ama… Son bir haftayı önceki Tarım Bakanının Bakanlığı bırakıp, makam arabasını bırakmamasıyla, makam arabasını ‘Bakım yapacağız’ diye alıp geri vermediklerinde mevcut bakanla telefonda kavga yapmasıyla, bakan olmadığı halde lüks makam aracını geri almasıyla, hala onu kullanmasıyla filan meşgul birileri. Türkiye’de tarım yanıyor, çiftçi entübe durumda. Eğer bu iktidar biraz daha bu politikalarını sürdürecek, yani bu politikasızlığına bu ülkenin çiftçisini, hayvancılıkla uğraşanlarını, köylüsünü mahkum edecek olursa gelecekte gerçekten bu ülkede artık derdini anlatacak, isyan edecek, yola çıkacak, yolu kapatacak, ürününü dökecek ve iktidar tarafından kızılacak, hedef gösterilecek bir çiftçi de bulmayacak. Mevzunun kendisi dışarıda arıları gördüm, cam kovan içinde öğrenciler için gösterilmiş. Önemli bir arıcılık projesini takip ettim. 1700 arıcıya kıyafetinden tüm desteklere kadar verildiğini gördüm. Bütün mevzunun tümüyle ilgili de şunu hatırladım. Pandemiyle başladık, pandemiyle bitirelim. Pandemide turizmcilerle konuşuyorduk. Antalyalı bir turizmci, arıcılığı da bilen bir turizmci bana dedik ki; ‘Bu sene hiç turist yok ya çiçekler açmadı, bal yok’ dedi. ‘Ama arılar duruyor. Eğer bu sene, bu kış arılara bir tas şekerli su koymazsanız, arıları bu sene yaşatmazsanız, seneye istediği kadar çiçek açsın arı yoksa bal zaten yok’ dedi.”
“ÇİFTÇİYİ, YAŞAMAK İÇİN YAŞATMAK ZORUNDAYIZ”
“Çiftçinin durumu, hayvancının durumu, bugün geldiği durum tam olarak eğer korunmazlarsa, eğer kollanmazlarsa, eğer yaşatılmazlarsa yarınlarda ne yaptığınızın bir önemi olmayan bir beka sorunu ile karşı karşıyayız. Çiftçi yaşatmak için yaşamak zorunda. Hepimizi yaşatmak için onun yaşaması, hepimizi doyurması için önce onun doyması lazım. Bu kadar kritik ve stratejik bir alanla karşı karşıyayız. Burada tabi bugün gün boyunca yapılacak, benim şehir dışı programımdan dolayı takip edemeyeceğim ama sonra çıktılarından istifade edeceğim önemli bir günü takip edeceksiniz. Etkinliği takip edeceksiniz. Bugün burada konuşulan her şey birilerinin ‘Beka sorunu var, beka sorunu var’ deyip dikkat çekmeye çalıştığı suni gündemlerden çok daha stratejik. Burası savunma sanayi kadar stratejik. Burası sağlık kadar stratejik. Çünkü sağlıklı, doyan ve kendi nüfusuna bakabilen bir ülke değilseniz, eninde sonunda ya bir pandemide perişan olursunuz, ya bir savaşta, ya da kendi kendine dışarıya mahkum bir şekilde yok olur gidersiniz. Ben başta Genel Başkan Yardımcıma, ekibine, onun yardımcılarına, ev sahipliği ve çok iyi örneklerle bizi burada ağırladığı için Mansur Başkan’a, bu günün bu kıymetli saatlerini bize ayıran her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Hocalarımıza yapmış oldukları katkılar için, meslek örgütlerine… Kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin başkanlarını, yöneticilerini dinleyeceksiniz… Gıda mühendislerine, ziraat mühendislerine ayrı ayrı teşekkür ediyorum, değerli başkanlara… Hepinizi sağlıklı yarınlarda kendine yeten bir ülkede hep beraber yaşamak umuduyla, o ülkeyi de hep birlikte yeniden kurmak umuduyla saygı ile selamlıyorum.”