• BİR ACAYİP SAÇILIM
    18 Mart 2025 Kaynak: BİDOGU MEDYA

    Derli toplu bir iş yapmadığınız, akl-ı selimin ve demokratik dinamiklerin gereklerini yerine getirmediğinizde, elinizdeki bütün imkanlar, paldır küldür ortalığa saçılır. 999 taneli bir inci kolye gibi… Saçılanı da toplamak zordur. Tarih bize kaç kez göstermiştir. Bir kez daha göstermemesi için akıllı olmak zarureti vardır. Ama bu kez bunun yine “atlandığı” görülmektedir.

    Neden bahsettiğimi herhalde ilk paragrafta anlatmışımdır diye düşünüyorum.

    İslamo – Faşist rejimin Türkiye’nin Kürt siyasi hareketini kelimenin tam anlamıyla “kafalayıp” 100 yıllık bir sorunu bu şekilde “saçım saçım saçılarak” çözemeyeceğini yıllardır söylüyoruz. Ama kimselere anlatamıyoruz. Geçmişten, üstelik de daha şunun şurasında 10 yıllık bir geçmişten bile ders almadan yine aynı suda yıkanmak üzere paldır küldür hamama girenlere söylemekten dilimizde tüy değil, sazlık değil adeta ormanlar bitti. Ama yine de anlatamıyoruz.

    Eşyanın tabiatına aykırı bir durumu gözlere sokmaya çalışmaktan yorulmayacağız. Tabii ki defalarca da anlatmamız gerekse yine anlatacağız.

    Demokrasinin bu topraklarda yaşayan istisnasız bütün halklara çok görüldüğü ve demokratların her görüldüğü yerde başının ezildiği bir iklimde, bu menfur “ezme harekatını” bizzat planlayan ve icra eden güçlerle el ele kol kola verip bir “barış ve demokrasi” inisiyatifinin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını bir kez daha söyleyeceğiz.

    Kürt kardeşlerimizin on yıllardır haklı olarak tekrarladıkları “inkar ve imha” politikalarının mimarları ile el ele vererek “barış imal etme hayalini” eleştirmeye devam edeceğiz. Hayal, hem de ham bir hayal olmaktan öte bir anlamı olmayan bu işi 2013 – 15 döneminde denerken almadıkları dersleri de tabii ki hatırlatacağız.

    Meseleyi “Abdullah Öcalan”ın (Kurucu Önder? Bebek Katili? İmralı Canisi? Teröristbaşı? Sayın Öcalan? – hangisi) fiziki koşullarının iyileştirilmesine getirip bağlayan ve onun karşılığında bugünkü demokrasi düşmanı rejimle “demokratik ve hukuki haklar pazarlığına” oturabileceğini zanneden Kürt Siyasi Hareketi’nin temsilcileri, bununla da kalmayıp “Bahçeli Övgüsü”ne doyamayacak, onu yere göğe sığdıramayacak kadar ne yaptığını bilemez hale düştüler.

    Sadece, Öcalan’ın 27 Şubat günü bildirisinin okunmasından sonra olup bitenlere bakmak bile ne olduğunu, (aslında ne olmadığını) görebilmek açısından yeterli değil miydi?

    İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya’ya sorulduğunda “Kuzey Suriye’deki silahlı güçleri de kapsadığını” duyduk. Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları ise “kapsamıyor” deyiverdiler. Gerçek de buydu zaten. “Kuzey Suriye” yani Mazlum Kobani, “Biz üzerimize alınmadık” demedi mi?

    Sonra da gidip HTŞ lideri ile (Siz Golani’yi ‘Washington/Tel Aviv’ diye okuyun zaten) masaya oturmadı mı? Bununda tercümesi açıkça, “Ben Ankara ile değil, bunlarla pazarlık ederim. Siz kimsiniz?” değil mi?

    Ardından 17 Mart gününe gelindiğinde, yine bizim DEM Heyeti TBMM’ye gittiğinde karşılarında (tabii ki sağlık nedenleriyle) Bahçeli yerine Semih Yalçın’ı, Erdoğan yerine Özlem Zengin’i Ömer Çelik’i filan bulmadı mı?

    AKP heyeti “Kapıda yan yana açıklama yapıp, soru almaktan bile” imtina etmedi mi? Adeta, “Dolmabahçe’de birlikte mutakabat okuyanların başına ne geldi. Yine düşmek istemeyiz o duruma” anlamı çıkmaz mı bundan? Reis henüz açık seçik bir tavır alamazken, heyetine ne söylemek düşerdi zaten?

    Saray’da kabul edilebilmek için “Bayramdan sonra bakarız. Ben size haber gönderirim” demenin başka bir izahı var mıdır?

    Garibim Semih Yalçın da kulağının dibinde Tülay Hatimoğulları’nın “Sayın Öcalan” nidalarını dinlediğiyle kaldı. Ben de ona yanarım. Yanmam da, acı acı gülerim sadece.

    Bütün bunlar olurken, Kandil’den gelen açıklamalar “Can güvenliğimiz garanti edilmeden kongre mongre toplamayız. Enayi miyiz oğlum biz?” diyordu. Kobani’den gelen haberler, bir SİHA bombardımanında 7 çocuğun öldüğünü duyuruyordu.

    Ama DEM’liler hâlâ “Sayın Öcalan’ın iletişim kanallarının açılması için gereken önlemlerin alınması” çağrısında bulunuyorlardı.

    Yani Apo Kandil – Kobani – (belki de Washington – Tel Aviv?) ile görüşebilirse daha da “akıcı bir sürece” mi dönüşecekti bu işler?

    Bu toprakların tümüne (tüm halklara) demokrasi getirecek formülün ne olduğunu bilmezden gelmenin sonucudur bütün bu kaotik manzaralar. O yüzden, bizim gibilerin, yani “Kurtuluş Yok Tek Başına – Kusura Bakmayın Hevaller” diyenlere kulak vermek yararlıdır.

    İsterseniz tabii…

    Yoksa, 2015 manzaralarını yaşamak istemiyor kimse.

    Hani şu “Al şu Apo mektubunu git diyarbakır’da oku” denilen Sırrı Süreyya’nın sonradan “Vay terörist niye gittin okudun?” diye yargılanmasından, ya da “Al şu mesajı götür Kandil’e” denilen Pervin Hanım’a “Vay terörist! Ne işin vardı orada?” dava açılmasından söz ediyorum.

    Sahi, bu topraklarda olmuştu değil mi bunlar?

    Rüya mıydı yoksa?

    * Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.

    İlgili Haberler

    ÇOK OKUNANLAR