Tarafsız habercilik, tam bağımsız gazetecilik, objektif yayıncılık… İlk anda kulağa ne de hoş geliyor değil mi? Her kuyruklu yalan gibi güzel olduğundan olmasın sakın!.. Ne zaman tam bağımsız gazetecilik diye bir şey vardı? Söz gelimi ilk gazetenin yayımlandığı 1605’te nesnel ve doğru habercilikten ne kadar söz edilebilirdi. Bir tür vakanüvislik ve dedikodu haberciliğinin ötesinde bir gazete yayımlandı mı o zamanlar? O günden bu yana, gazetecilik üzerine ahkam kesenlerin sürekli tekrarladığı meslek ilkelerini gerçekten uygulayan bir basın-yayın kuruluşu örnek verilebilir mi? Mesela o anlı şanlı BBC, gerçekten mesleki ilkelerini uygulamış mıydı kurulduğundan bu yana? Hangi haberler ‘ulusal güvenlik’, ‘kamu yararı’ gibi ‘üstün’ sebepler sebebiyle sansürlenmiş ya da gizlenmişti. Veyahut o ünlü Watergate skandalını manşetlerine taşıyan The Washington Post, Demokratlar’ın tarafında olmasaydı, Richard Nixon’ı alaşağı edecek bu skandalı haberleştirecek motivasyona sahip olur muydu? Böyle böyle binlerce soru sorulabilir…
SİYASİ AKTÖRLERİN PATRONAJI HEP VARDI
15’inci yüzyılda matbaanın keşfi gazete ve dergilerin hızla gelişmesine yol açmıştı. 16’ncı yüzyılda Avrupa’da savaşlara tanıklık etmiş kimselerin birinci elden aktardığı birkaç sayfalık savaş haberleri yayımlandıktan sonra, süreli yayımlanan ilk gazeteler 17’nci yüzyılın başlarında Almanya’nın bazı kentlerinde ve Belçika’nın Anvers (Antwerp) şehrinde yayımlanmaya başladı. Johann Carolus’un 1605 yılında yayınladığı ‘Aller Fürnemmen und Gedenckwürdigen Historie’ adlı gazetesi kâğıt üzerine basılan ilk gazete kabul ediliyor. İlk İngilizce gazete, 1622 yılında İngiltere’de yayımlanan ‘Nathaniel Butter’, ilk Türkçe gazete ise 1828’de Kahire’de yayınlanmaya başlayan ‘Vekay-i Mısriyye’ydi. Kıta Avrupası ve Anglo-Amerikan dünyası yayıncılıkta hep uzak ara önde olmayı başardı tabii…
Kısa sürede yüzlerce, binlerce yerel gazete yayımlanmaya başladı. Dönemlerinin en önemli kitle iletişim araçlarıydılar, en azından okuma yazma bilenler ve o bölgenin en önemli siyasi ve ekonomik aktörleri tarafından takip ediliyorlardı. Halka akan bilgi ise bu haberler, yalan yanlış da olsa fısıltı gazetesi aracılığıyla her kesime ulaşıyordu artık. Bölgesel siyasette yerel gazetelerin etkisi büyüktü ve genelde bir siyasi yapıyla ya da bir siyasetçiyle o gazetenin sahibi arasında ‘iliştirilmiş’ bir bağ vardı. Yani bugün yeni bir olguymuş gibi kullandığımız ‘imbedded’ sıfatı ilk gazeteler ve gazeteciler için de öyle ya da böyle geçerliydi.
RADYO, GAZETELERİN KALDIRACI OLDU
Sonra 19’uncu yüzyılın ideolojiler çağında pek çok taraflı, daha doğrusu fanatik gazete yayımlanmaya başladı. Neredeyse her ideolojinin birkaç gazetesi, her siyasi partiyi destekleyen bir-iki gazete vardı. Bu gazeteler, belki bugünkü kadar olguları tahrif etmiyordu, verilerle oynamıyordu ama bir şekilde kendi ideolojik duruşları çerçevesinde bilgiyi yeniden kurguluyorlardı.
Gazetelerin altın çağı ise 20’nci yüzyıldı. Tek rakipleri radyoydu, ama aslına bakarsanız, bu iki iletişim aracı arasında bir rekabetten çok, bir ‘simbiyosis’ten söz etmek daha doğru olur. Radyolarından akşam bültenlerindeki haberleri dinleyenler, bir sonraki günün sabahı ayrıntılı ve yeniden yapılandırılmış haberleri gazetelerden takip edebiliyordu. Henüz gazete sahipliği büyük sermayenin önemsediği bir yatırım mecrası değildi, en azından 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar, ancak siyasetin ve ideolojik hegemonyanın etkisi yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren had safhada egemen olmuştu bile… III. Reich’ta Joseph Göbbels’in liderliğinde oluşturulan propaganda ağı, yerel, bölgesel ve ulusal pek çok gazeteden oluşuyordu. En bilindik örneği Nazilerin hamisi Rudolf von Sebottendorf’un ‘Völkischer Beobachter’di ve manipülasyon, provokasyon ve ideolojik bombardıman üzerine kurgulanmış bir yayın anlayışının tipik örneğiydi. Göbbels bu ve benzeri pek çok yayınla Alman halkını illüzyonlara boğmayı becerdi.
YAHUDİ DÜŞMANLIĞINDAN ANTİ-KONÜNİZME İKTİDAR NE EMRETMİŞSE MANŞETLERDEYDİ
Benzer şekilde, Yosif Stalin iktidarında Sovyetler Birliği’nde yayımlanan pek çok gazete de ideolojik hedefler doğrultusunda hamaset ve olguları çarpıtan bir yayın çizgisindeydi. Pravda, İzvestiya, Komsomolskaya Pravda ve ulusal, bölgesel pek çok gazete… ABD ve Avrupa’da da daha güçlü sermaye ve dağıtım ağına sahip tüm gazeteler, devlet politikalarıyla uyumlu ve liberalizmin sadık temsilcileriydi. Tek farkları arada bir sistemin çürüyen yönlerini ve onu temsil eden siyasetçileri ve sermaye gruplarını zora sokacak haberleri yayımlayabilmeleriydi. Ancak, asla sistemi ‘tu kaka’ etmeden olmak zorundaydı! Bazı durumlarda, liberalizmden prrofaşistliğe kaymak gibi rezillikleri de olmuyor değildi tabii! Fransa’da Dreyfus davasında anti-semitizm propagandası yapan gazetelerle ABD’de Rosenberg’ler davasındaki anti-komünist propogandayı hatırlatıp geçeyim.
MURDOCH: İNSANLARIN AKLINI ALAN ADAM
Sonrası… Sonrası iyice karmaşık! En çarpıcı örneği Avustralyalı medya patronu Rupert Murdoch’ın Birleşik Krallık’taki operasyonlarıyla başlayan süreç. Tabii aslında tek başına değil, konjonktürün rüzgârlarıyla diğer sermaye gruplarının ve bazı siyasi odakların desteğiyle… Murdoch ile birlikte, sermaye grupları ve siyasetçilerin koalisyonu ve büyük reklam gelirleri üzerine kurgulanmış yepyeni bir manipülatif medyanın doğduğu bir döneme girildi. Tabloid’lerle başlayan bu ‘müptezelleşme’ süreciyle veriler çarpıtıldı, bigi yerine masallar yazıldı, en başarılı gazeteciler ‘paparazziler’ oldu, bilgi sahibi olmadan sütlaç tadında idrakler ve bomboş sağgörüler yaratıldı.
Aynı durum, daha ‘ciddi’ gazetelerde çarpıtılmış veriler, yalan bilgilerle dolu haber ve köşe yazılarına sıçradı. ABD’nin Irak operasyonu ve Suriye iç savaşında, anlı şanlı muhafazakâr The Telegraph ile ‘şekerleme solcu’ The Guardian arasındaki farkı fark edemez hale geldik. The Washington Post ve The New York Times’ın ‘savaş bölgesinden bildiren’ muhabirleri Pentagon sözcülerinden farklı değildi! Televizyonlar tabii ki çok daha büyük rezaletlere imza attılar.
ORMAN YANSA DA OLUR, ÖNEMLİ OLAN LGBTQ İTFAİYECİLERİN CİCİ ÜNİFORMASI!
Ve bir sonraki safha… Yazılı ve görsel basındaki bu yeni eğilimin woke kültürle soslanmış son aşamasını, bugün hem konvansiyonel hem de dijital medyada gözlemlemek mümkün. Burada sosyal medya, post-truth ve fake-truth’a girmeyeceğim, sadece aynı amorflaşmanın had safhaya ulaştığı alanlar olduğunu söyleyip geçeyim.
2024 California yangınlarını hatırlarsınız… En çok tartışılan mesele itfaiyelerin yetersiz kalması, ordunun müdahalesinin gecikmesi ya da su depolarında su bulunmaması değil de itfaiye ve ordu mensubu LGBTQ bireylere özel giysi verilip verilmemesiydi! Verileri çarpıtmanın ya da gizlemenin daha janjanlı bir formülü olabilir mi? Hâl böyle olunca, bilgi de tahrif edilmiş oluyor, idrak sakatlanıyor, sağgörü yerine basit bir ezber kalıyor ve ormanlar cayır cayır yanarken, LGBTQ hakları üzerinden absürd bir tartışma sürebiliyor. Bu saçmalık, bu sözde liberalizmden nefret eden sıradan yurttaşların iflah olmaz muhafazakârlar haline gelmesine yol açıyor. Tabii ki bunu kışkırtan büyük sermayenin kontrolündeki medyanın beyin yıkamalarıyla… Fox News ne güne duruyor değil mi?
HİÇ BİLMESEN DE OLUR, YETER Kİ BİR ŞEYLER HİSSETTİĞİNİ SAN!
Böyle binlerce örnek vermek mümkün. Bilmek yerine hissetmemiz gerekliliğinin dayatıldığı postmodern distopyanın medyadaki yansıması da böyle oluyor işte…
Bu yazıyı yazmama sebep olan Polonyalı gazeteci Paulina Januszewska’nın ‘Krytyka Polytyczna’ dergisindeki yazısına birkaç gönderme yapmamak ayıp olacak. Bir meslektaşından, Iwona’dan söz ederek giriyor yazıya Paulina: “İçerik doğrulayıcıların bizimle çalışmasını mı istiyorsunuz? Medya, hayal edebileceğiniz en büyük ikiyüzlüler topluluğunu temsil ediyor. Gazetecilerin gerçek kontrolüne değil, ahlaki omurgaya ihtiyaçları var!’ Iwona’nın eleştirisi güçlü olabilir, ancak sahte değil; Hukuk ve Adalet Partisi’ne (PiS) karşı eleştirel duruşuyla bilinen ve yine de Polonyalı petrol ve gaz şirketi Orlen ile bağlantılı işletmelerden gelir kabul etmekten mutluluk duyan büyük bir medya şirketinde çalışıyordu. ‘Bu tür bir bağımlılık her zaman böyle değil miydi?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim? Hiç tam bağımsız gazetecilik diye bir şey var mıydı? Elbette, Polonya gibi kutuplaşmış bir ülkede basın özgürlüğüne ulaşmak asla kolay olmayacaktır. Bir gazeteci PiS’teki yolsuzluk hakkında yazıyorsa, otomatik olarak Donald Tusk ve Civic Platform Party’nin (PO) bir destekçisi olarak algılanır. Aynı şekilde, PO’ya yönelik her eleştiri kelimesi Jarosław Kaczyński’nin sağcıları ve PiS ile işbirliğinin kanıtı olarak görülür. Üçüncü bir yol yoktur. Bu yüzden bu kitapta kaydedilen gazetecilik özgürlüğü hakkındaki cesur konuşmalar kahkahalarla karşılanır. Çünkü kırbacı kullananlar, genellikle devlete ait şirketlerle veya muhalefetle bağlantılı ticari girişimlerle bağlantıları olan reklam sektörünün yanı sıra, siyasi patronlardır”.
BİLMEK, ZAHMETLİ BİR EDİMDİR!
Yazıyı bulup okumanızı tavsiye ederim. Pek çok Doğu Avrupa yayınını izlemenizi mümkün kılan Eurozine’i takip ederseniz, böylesi pek çok ilginç yazıya erişmeniz mümkün. Diyeceksiniz ki, “İyi de bu Avrupa Birliği destekli bir şemsiye medya… Tarafsız, verileri tahrif emeyen, bilgiyi çarpıtmayan mecralar mı var sanki?” Evet haklısınız, bol woke kültürü soslu haberler ve ‘liberal sol’ pencerelerle dolu olabilir, ama zaten bilgiyi aramak zahmetli bir şey değil midir? Bir zahmet çapraz okuyun, verilerin sağlamasını yapmaya çalışın, her zaman şüpheci olun. Bilmek, hissetmek gibi basit bir edim değildir ve aklınızı korumak için çabalamak zorundasınız!