Başlığa bakıp da, kişisel bir hadiseden, başıma gelen özel bir durumdan sözedeceğim sanılmasın. Tam tersi, toplumsal bir tartışma nedeniyle aldığım abuk sabuk bazı eleştiriler üzerine yazıyorum bugün.
Kesinlikle bir azınlık olduğuna inandığım ve takım tutar gibi parti tutan, lider tutan bir kitlenin hezeyanlarına cevaben…
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bazı şirketlerinde DİSK’e bağlı sendikanın başlattığı hak alma direnişi ve grevi konusunda ayrı düştüğümüz bir kitle var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin maalesef bu konuyu eline yüzüne bulaştırması ve İzmir Büyükşehir Belediyesi yönetiminin de emekçileri büyük bir aymazlıkla karşısına alması hadisesi.
Görüş ayrılığımızın nedeni, “sınıf mücadelesi” dediğimiz ve tarihin en temel ve tayin edici kavgalarından birinin kavranamamış olması. Emeğin en yüce değer olduğu ve o uğurda verilen kavganın da en meşru kavga olduğu gerçeğinin de “Duruma göre, partiye göre, belediyeye göre, lidere göre” eğilip bükülmeye çalışılması.
Belediye’nin, işçilere “Eşit işe eşit ücret (yoksulluk sınırı civarında bir ücretten söz ediyoruz) vermemek” için ortaya koyduğu argümanları tek tek ele almak gerekirse:
- Lâfı hiç eğip bükmeden söyleyelim. Belediye “Çok para istiyorlar” diyor. Hayır, bugünün Türkiyesi’nde aç kalmamak ve hayatını sınırlarda idame ettirebilmeye yetecek bir parayı “çok para” diye topluma lanse etmek vicdana sığmaz. Sendika’nın talep ettiği ücret sınırlarına bakınca, bunu açıkça görebiliyorsunuz.
- Belediye’nin, “Yan haklarla filan, bizim vermeyi teklif ettiğimiz para yine o civara yakın geliyor” söylemi, tam da klasik patron ağzıdır. Burada sözü edilen “yan haklar” filan lütuf değil zaten sağlanması gereken imkanlardır. Kelime oyunlarıyla teklifi şişirmek, sosyal demokrat bir bir yönetime yakışmaz.
- CHP’de Belediye Yönetimi’ne ve dolaylı olarak partisine sahip çıkmak istediği anlaşılan ama meseleye sınıf bilincinden “mücerret” yaklaşan kitlenin bir başka savunması da “Sendika (DİSK) başka yerlerde örneğin AKP’li belediyelerde aynı mücadeleyi vermiyor da bize gelince mi kaplan kesiliyor? Üstelik sendika böblge temsilcisi de şöyle böyle (bazı söylemlerini gerekçe gösteriyorlar) bir insan. O yüzden bu işin arkasında bir kötü niyet var.” Burada da Belediye’nin “İşçi hakkını, emeğin karşılığını, bu tür gerekçelerin gölgesinde bırakarak tam anlamıyla bir ‘kötü patronluk’ yaptığı ortaya çıkıyor. Bütün patronlar yapar bunu. İşyerine sendikayı sokmamak ya da orada faaliyetini sabote etmek için sendikayı ya da yöneticisini “kötü göstermek” eski ve kirli bir taktiktir. Üstelik “DİSK, başka yerde yapamadığını burada niye yapıyor?” gibi komik bir argüman olamaz. Başka yerde gücü yetmedi diye, gücünün yetebildiği yerde hakkını aramak ve almak suç mudur? Bunda illa ki kötü niyet mi aranır? Sınıf mücadelesi bu. Nerede bir gedik bulursan oradan surları yıkar geçersin. Önemli olan emeğin alınterinin hakkını almaktır.
- Bir başka hastalıklı ve arızalı argüman da şu: “Efendim, işçilerin istedikleri parayı vali almıyor, doktor kazanamıyor, mühendisler vs. alamıyor.” Neredeyse tarih kadar eski bir tartışma bu. “Hangi mesleğin mensubu ne kadar parayı hak eder…” gibi abuk bir tartışmadır. İşçi sınıfı da başka toplum kesimleri de (üstelik her maaşlı çalışan emeğiyle çalışan örgütlü mücadele ile en iyi seviyede kazanç elde etme özgürlüğüne sahip olmalıdır) en iyi koşullarda yaşamayı hak etmiyor mu? Doktor (misal) 100 bin TL alabiliyor diye, işçi neden onun altında almak zorundaymış? Bunu kimse bana anlatamaz. 1
12 Eylül 1980 darbesinin lideri Kenan Evren de kullanmıştı bu argümanı. Meydanlara her çıktığında “Yahu, otel işçisi (o zamanki DİSK Oleyis’in başarılı ücret pazarlıklarını kastediyordu) bir orgeneralden fazla para alıyor” diye bağırıyordu. Maksadı sendikaları budamaktı. Öyle de yaptı. Darbeden beri sendikal hareket bir daha belini doğrultamadı. O zamanın TİSK (İşveren Sendikası) Başkanı da, lafı Evren’den alıp, “Bugüne kadar hep biz ağladık. Şimdi gülme sırası bizde” dememiş miydi?
- Bir başka ciddi ve etik ihlal de, greve giden işçinin yerine başkalarının bu hizmeti vermeye çalışması, hatta bizzat belediye başkanı Sayın Cemil Tugay’ın kolları sıvayıp eldivenleri kuşanıp çöpleri toplamaya kalkışmasıdır. Üstelik bunu yaparken de “Size grev yapmayın demiyoruz. Yapın da. Bu hizmet de aksamayacak” demesidir.
Bunun adının grev kırıcılığı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Sosyal demokrat belediyecilik nutukları atanların bunu yapması ağır bir talihsizliktir. İşçi niye grev yapar? Üretimden, hizmetten kaynaklanan gücünü kullanmak amacıyla. Yani (evet bilerek isteyerek) hizmeti durdurur ya da aksatır ki, “Biz olmadan bu iş yapılamaz” mesajını versin. Sen kalkıp da “Ben toplarım o çöpü” dersen, grevin ne anlamı var? Bugüne kadar icraatına ve iktidarın baskılarına karşı mücadelesine destek verdiğimiz Cemil Bey’e yakışmamıştır bu tavır. Umarım kendisini TV haberlerinde görünce o da rahatsız olmuştur, “Ben ne yaptım ya?” diye…
Çok daha uzun uzun yapabiliriz bu tartışmayı.
Ama meselenin özünün sınıf mücadelesi olduğunu anlatmak için yazdım bunları. Bunu kavramadan (kavramayanlarla) yapılacak hiçbir tartışma sonuç vermez.
Üstelik, “Yahu Abi. Biliyoruz haklısınız da, şimdi bunun zamanı değil. Zaten memleketin daha büyük sorunları var. Adamlar CHP’ye ve CHP’li belediyelere kuşatma ve boğma operasyonu bir darbe var. Bu sırada grev mrev olmaz,” diyenle hiç tartışılmaz. Sınıf mücadelesi, böyle dönemsel argümanlarla ertelenecek bir mücadele değildir. İşçi sınıfı on yıllardır zaten olağanüstü ölçülerde geriye düştüğü haklarını elde etmek için bugün o gerekçeyle yarın başka bir gerekçeyle eli tutulacak halde değildir. Açlık ve hatta (iyi beslenemediği ve yaşayamadığı için) ölümle mücadele etmektedir. Neyin ertelemesini bekliyorsunuz bu insanlardan?
O zaman sizin, “Milli güvenlik gerekçesiyle, olur olmaz sektörlerde zırt pırt grev erteleme kararı alan” faşist iktidardan ne farkınız kalıyor?
Gelelim başlıktaki lâfa…
Cumhuriyet Halk Partisi’nin son dönemdeki baskılara karşı toplumsal muhalefetin de önderliği yaparak verdiği mücadeleye her daim destek veren ve verecek olan, CHP’li belediyelere yönelik baskılara karşı onların hep yanında tavır almış bir gazeteciye, bugün “Emekçinin safında, İzmir Belediyesi’nin karşısında saf tuttu diye” böyle abuk sabuk laflarla (Saçmalıyorsun Zafer, seni böyle bilmezdik Zafer, seni adam sanmıştım Zafer, engelliyorum Zafer, takipten çıkıyorum Zafer, beynin sulanmış moruk) tavır almayı bu kitleye yakıştıramıyorum. Bir azınlık olduklarına inanıyor ve teke tek tartışmayı bundan böyle reddediyorum.
Ben bildiğim yolda, yani hayatım boyunca her yerde yaptığım gibi “Sınıf mücadelesi”nden taraf biçimde yazmaya-konuşmaya, mücadeleye, CHP’ye ve CHP belediyeciliğine sonuna kadar arka çıkmaya ama hataları da eleştirmeye devam edeceğim.