Kategori: İkrami Özturan

  • “NEDENYAHU!”

    “Neden yahu?” diye sormadan edemiyor insan.

    Sıradan bir soru değil bu. Bu soru, insan eliyle kirletilen, yozlaştırılan, çirkinleştirilen bu dünyanın en acılı insanlarının ortak sorusu. Yitirilen insanlığın, vicdanın sorusu olmalı bu…

    Evet, “Neden yahu?” diyoruz nice zamandır. Soruyoruz; kimlerin gölgesinde kaldı, kimlerin evlerinde söndürüldü güneş?  Farkında mısınız sabahları güneş, doğmadan batıyor bazı varoşlarda, güçsüz tarlalarda, var olma mücadelesi verilen yorgun çadırlarda, enkazlarda? İktidarınız, onu kaybetme korkunuz, adaleti ve masumiyeti çürütüyor haberiniz var mı? Rugan ayakkabılarınız, suç çamuruna bulaşmış postallarınız ve kanlı patikalardan gelen tank paletleriniz masum insanların hayallerini, yaşam haklarını çiğniyor görebiliyor musunuz?

    “Neden yahu?” sorusunu sormak insanlık için ahlaki ve vicdani bir görevdir… Çünkü;

    “Neden yahu?” sorusu, Gazze’de hayata “merhaba” dediği hafta, bombalı saldırıda ölen kundaktaki masum, süt kokulu bebeğin sorusu,

    “Neden yahu?” sorusu, Kudüs’te nöbet kulübesinde beklerken saldırıda ölen masum askerin sorusu,

    “Neden yahu?” sorusu, Tahran’da bombardımanda ölen henüz çiçeği burnunda bilim insanı delikanlının sorusu,

    “Neden yahu?” sorusu, Beyrut’ta okul yolundayken cebindeki çağrı cihazı patladığı için ölen çocuğun sorusu,

    “Neden yahu?” sorusu, Şam’da namaz kılarken bombalanan evinde can veren ihtiyar adamın sorusu,

    “Neden yahu?” sorusu, Hudeyde’de tarlasını sürerken öldürülen yaşlı kadının sorusu,

    Bu soruyu sormak, sormaya devam etmek, her insan için ahlaki ve vicdanı bir sorumluluktur. Bu soru, insan olmanın, başkalarının acılarını yüreğimizde hissetmenin gereğidir. Bu evrenin ve bölgenin bir ferdi olarak neden istikrarsızlığa ve korkuya mahkûm edildiğimizi öğrenmek de…

    Sadece “Neden yahu?” soruları değil, bahtsız coğrafyamızın cevaplanmamış “Neden?” soruları da var:

    Misal: neden tarihin her döneminde bir “Nedenyahu” çıkıyor?

    Neden hep aynı liderin elinden dökülen benzinle Ortadoğu, nicedir yangın yeri?

    Neden bir ülke sadece barışa değil de savaşa, kavgaya, silaha, askere yatırım yapar?

    Neden bir ulusun güvenliği sadece askeri güç üzerine kurulabiliyor?

    Neden seçimi önde bitirmek, bir çocuğun mezar taşından, iktidar koltuğu, bir bebeğin bedeninden daha kıymetli?

    Neden vicdanlar böylesine kör, kulaklar koyu sağır, yürekler buz kesmiş durumda? Neden merhametli, vicdanlı olmak, kötü olmaktan daha zor?

    Neden dünya susturulmuş, ezilen, yardımı kesilen, soykırıma uğrayan bir halkın çığlığını duymaz?

    Neden bir ülke var olduğu coğrafyanın çıbanbaşı olur, neden habis bir ur gibi çevresine sadece acı, gözyaşı, zulüm ve ölüm yayar?

    Neden taş atana füze, roket atılır?

    Neden yemek kuyruğunda bir kap yemek için bekleyen, hastane odasında şifa dileyen masum insanlar kurşunlanır, bombalanır?

    Neden bir ülkedeki siyasi seçimler, her defasında bir başka ülkeyle savaş, kan, kaos yaratır? Anaların gözyaşı, bebeklerin kanı seçim mührünün mürekkebi olur?

    Neden yönetenlerin kaleleri, sarayları çocukların mezar taşlarından örülür?

    Neden korku, bir siyasinin en sadık seçmeni olur? Başka bir ülkeyi korkuyla yok etmeye çalışırken kendi ulusunu da korkuya ve sığınaklara mahkûm eder?

    Neden rüşvet ve dolandırıcılıktan yargılanan, güven oyuyla boğuşan bir siyasi lider, çareyi düşman yaratmakta, çevresine saldırmakta bulur?

    Neden bir siyasi lider, özgürlük adına başka bir ulusu kendi rejimine karşı ayağa kalkmaları için davet ederken, kendi ulusunun protestosunu önlemek için sokağa çıkma özgürlüğünü yok sayar?

    Neden anti terörizm enstitüsü kuran, bir karındaşını rehine kurtarma operasyonunda terörizme kurban veren bir siyasi lider, terörden beslenir?

    Neden terör, intikam, hak, hukuk, öz savunma, barış yalanlarıyla bir ulus sığınaklardan başını çıkaramaz hala getirilir? Neden?

    Neden bir siyasi lider, savaş suçu nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından yargılanmak üzere tutuklama emri çıkarılıp, aranırken yeni savaşlara yelken açar?

    Neden bölgenin en küçüğü, bölgenin güvenliği için en büyük tehdidin sahibi olabiliyor?

    Neden bir lider, “Tavşan kaç” komutundan ve ardındaki sahte tazının esaretinden kurtulamaz? Bir ülkenin tarihinde birisinin en uzun süre görevde kalan olmasının tek yolu en kötü olması mıdır?

    Neden şapkalarına “Make America great again” yerine “Make humanity great again” yazdırmazlar?

    Neden her ateşkes yeni felaketlerin başlangıcı olur?

    Neden güneşin sofrasında haklılar değil de hep arsızlar gücün sahibi oluyor?

    Sahi, neden yahu? Neden dünya, bu coğrafyanın ve 21.nci yıl insanlığının yüz karasını susturamıyor, durduramıyor?

    Sonuç olarak; biz son nefesimize kadar “Neden yahu” sorusunu sormaya devam etmeliyiz. Bundan vaz geçmek insanlıktan vaz geçmek demektir. Bu soruyu sormak, iyiliğin ve iyilerin kazanacağı, cennet dünyanın kötülüğe teslim edilmeyeceği umudunu da yeşertmektedir. Bizleri karanlığa alıştırmaya çalışanlar biliniz ki; o güneş her gün doğacaktır Güneşi söndüremeyeceksiniz. Diplomatik dilin, sahte liderlerin, dış politika yalanlarının, korkunun yarattığı algıyı belki bu “Neden yahu?” sorusu sona erdirecektir.

    Ancak artık “Yeter yahu” deme vakti geldi. “Yeter yahu, kana yeter, acıya yeter, sessizliğe yeter.”

  • HAİNLER DE BABADIR

    Yazıyı sonlandırmak babalar gününe denk düştü. Aklım, ilgim İran-İsrail meselesinde olmasına rağmen gelen yüzlerce babalar günü mesajı beni konudan koparmaya çalışsa da gündem, hala bu savaşı, Türkiye’yi ve vatandaşlarımızı düşünmeye zorluyor.

    İsrail, uzun zamandır İranlı devlet ve bilim adamlarını hedef alıyor. 2010-2020 yılları arasında beş nükleer fizikçi suikasta kurban gitmiş. Kasım 2020’de bilim insanı Mohsen Fahrizadeh de uzaktan kumandalı, yapay zekâ destekli bir silahla onlara katılmış. Aynı yıl Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve Mayıs 2022’de Albay Seyyad Hodayi öldürülmüş. 2024’te Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye Tahran’da bir patlamada ölmüşü. Eylül 2024’te ise Hizbullah lideri Hassan Nasrallah, Beyrut’ta suikasta uğramış.
    Ve Haziran 2025, Tahran başta olmak üzere Tebriz, Kirmanşah, Natanz ve Kasrı Şirin şehirlerinde Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami, Enbiya Karargâh Komutanı Gülam Ali Reşid ve üst düzey altı nükleer bilim insanı daha İsrail hava saldırısında öldürüldü. Netanyahu saldırı sonrası ağlama duvarına “Aslan uyandı, köpek sürüsü halkı yok edecek” yazılı notu sıkıştırdı.
    Saat geçmiyor ki İsrail’in İran’a yönelik bu saldırısının arka planıyla ilgili yeni bir detay öğreniyoruz. Reuters haber ajansına konuşan bir İsrail güvenlik yetkilisi, MOSSAD komandolarının İran içinde bir süredir operasyonel olduğunu söylüyor. Aynı İsrailli yetkili, İsrail’in Tahran yakınlarında bir taarruz drone’u tesisi kurduğunu da iddia ediyor. İsrail’in İran’a ne boyutta sızdığını, içerden ne tür yardımlar alındığını, saldırıda can veren üst düzey askerler anlayamadan dünyaya veda ettiler.
    İsrail adına bu boyutta bir başarı, içerden yardım alınmadan yani hain devşirmeden mümkün olabilir mi?
    Elbette hayır. Yaşananlar ve elde edilen sonuç, İran’ın uğradığı bu saldırıya bizzat içerden, İran’dan devşirilen hainlerin katkısını gündeme getiriyor.
    İran için asıl tartışmaları gereken savunma zafiyetini bir kenara bırakarak şunu söyleyebiliriz: Operasyonun türü, seçilen hedeflere yapılan nokta atışlar ciddi bir biyografik ve saha istihbaratının, yerel kaynaklarla ve hain işbirlikçilerle kurulan güçlü bir koordinasyonun başarısına işaret ediyor. Pezeşkiyan Rejimi, ileride bu hainlikleri kamuoyuyla paylaşmaya izin verir mi bilemiyorum?
    Ancak geçmiş suikastlardaki resmî açıklamaların buna işaret ettiğini biliyoruz. Örneğin 2024’te Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin öldürülmesinden sonra Cumhur-i İslami gazetesi suikast için “İsrail unsurlarının İran güvenlik güçlerine sızması” olarak değerlendirmişti. “Asıl zarar, içimize sızan ajanlardır… İntikam almaktan daha önemlisi, düşmanın sızma yollarını kapatmak ve ihmal ettiğimiz unsurları tespit edip cezalandırmaktır.” değerlendirmesi yapmıştı.
    İsraillilerin İran’da iş birliği yaptıkları şer odakları var mıdır?
    İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politikalar Komisyonu üyesi Ebulfazl Zuhrevend’e göre bu sorunun cevabı “Evet. İsrail’in Tahran ve İran’da nüfuz ettiği şebekeler var. İran büyük bir ülke olduğu için İsraillilerin İran’da iş birliği yaptıkları ve kendilerini MOSSAD ağı içerisinde tanımladıkları şer odakları mevcut.”
    Eski İstihbarat Bakanı Ali Yunusi ve Eski Kudüs Gücü Komutanı Yardımcısı Mansur Hakikatpur da MOSSAD’ın İran’daki geniş nüfuzuna dikkat çekerek, güvenlik yetkililerinin bu durumu telafi etmesi ve sızma sorununu çözmesi gerektiğini ifade etmişlerdi. İranlı yetkililerin bu özeleştirileri ve tedbir gerekliliği konusundaki görüşleri ortada. Ancak 2020’den bu yana neler olduğu çok da bilinmiyor. Acaba son beş sene devletin ve bilim adamlarının önceliği, beka tedbirleri, hainlerin tespiti, zafiyetlerin giderilmesi gibi konular mı oldu? Yoksa onlar da bizim gibi saç, örtü, etek, diploma, evlilik yaşıyla mı meşguldüler?
    Demek ki olmadı. Maalesef İran’dan devşirilen hainlerin varlığı ve güvenlik zafiyetleri sonucunda suikastlar zinciri devam etmeye hatta artık yatak odaları bile bombalanmaya devam ediliyor. Karşılıklı saldırılarda babaların çektiği tetiklerle masum çocuklar da ölmeye devam ediyor.
    Çiçero, Roma Senatosunda yaptığı bir konuşmada haini şöyle tanımlar; “Hain, hain gibi gözükmez, Kurbanların dilinden konuşur, onların yüz ifadelerini takınır ve onlar gibi giyinir ve bütün insanların kalplerinde yatan değerlere hitap eder. Böyle bir hain, milletin vicdanını çürütür, devletin temellerini sarsmak için gizli ve bilinmez şekillerde çalışır, Bir katil bile hainden daha az korkunçtur. Hainlik korkunç bir bulaşıcı hastalıktır…” Çiçero’nun bu sözlerinin özeti: hain, içimizden birisidir, bizimle konuşur, şakalaşır, üniforma giyer, kılıç kuşanır, koltuk işgal eder, vatan, bayrak der, ezan, ekmek der, maaş alır lafın kısası kendi milletinden beslenir…
    Farkında mıyız?
    Bu durum aynı zamanda bizim aymazlığımızı, onları teşhis edemememizin millete verdiği zarara katkı sağladığımızı da göstermiyor mu? Sanki ülke güllük gülistanlıkmış gibi davranmamızın sebebi biraz da bu zahiri görüntüyü ve/veya algıyı yaratanlar değil midir?
    Acaba Doğu Anadolu, Güneydoğu illerimizin üstünden uçan her İran ve İsrail füzesinin /İHA’sının, düştüğü yerde masum çocukları da öldürdüğünü ve şehirlerin Hatay depremi gibi enkaza dönüştüğünü kaçımız biliyoruz? Yarın İran yıkıldığında İran’dan, Pakistan’dan, Afganistan’dan yoğun bir göç akınına uğrayacağımızı tahmin edebiliyor muyuz? 23 milyonluk Suriye’nin yükünü hala yaşıyorken 90 milyonluk İran’ın yükünü tahmin edebilir miyiz? Biz gerçekten etrafımızı çeviren tehlikenin farkında mıyız? Acaba sokaktaki insanımız ne olup bittiğini anlıyor mu? Konuyu sadece İsrail-İran ekseninde ve nükleer tehdidi bertaraf etmek için bir savunma meselesi olarak mı görüyoruz? Resmin ve karpuzun büyüğü arkadan geliyor, onu görebiliyor muyuz? Ey babalar! Çocuklarınızın geleceği için kaygı duyuyor musunuz? Mesela sırada biz de var mıyız, var isek, sıra kaç bize ne zaman gelecek diye düşünüyor, kaygı duyuyor? Acaba yatak odalarında pijamalarıyla uyurken bizim genelkurmay başkanımızı ve kuvvet komutanlarımızı da hedef alırlar mı? Yarın bir bahaneyle Mersin-Akkuyu veya Sinop santralleri de vurulur mu?
    Hiç öyle şey olur mu? Bizim nükleer gücümüz ne ki hedef olalım? Biz NATO ülkesiyiz, asla öyle şey olmaz. Hem bizim başkanımız, bu saldırının ardındaki saçları dağınık adamdan sürekli iltifat almıyor mu? Biz İsrail’le dostuz, madalyamız bile var diyebilirsiniz? Bu argümanların hiçbir önemi yok. Siz kendinizi yönetemiyorsanız, yönetilirsiniz. Fabrika ayarlarınızı bozduysanız onlar sizi istedikleri gibi ayarlarlar. Güçsüzseniz biat edersiniz. Çocuklar, babalarından mahrum kalmaya devam ederler.
    Sonuç olarak; Irak, Suriye ve İran’dan sonra sırada muhtemelen biz varız. Evet belki uçaklarla taarruz etmeyecekler ancak bizi de bir şekilde ele geçirmeye çalışacaklar. Türk Milleti, 100 yıl sonra yeni bir var olma mücadelesi ve sınavı daha verecek.
    Hainlik sadece düşmana bilgi, belge, plan sunmak değildir. Yaptıklarınızla ve yapamadıklarınızla ülkenizi, bağımsızlığınızı, ordunuzu, halkınızı zayıf duruma düşürüyorsanız ve güvenlik zafiyeti yaratıyorsanız bunun adı da hainliktir. Milattan önce 106–43 yılları arasında yaşamış ve tarih boyunca var olan hıyanetin tehlikesini gören Cicero’nun 21 asır önce görebildiklerini acaba biz ne zaman görebileceğiz? Umarım aymazlığımız yeni bir güç ve göç boşluğu yaratmaz. Umarım daha çok evlat babasından mahrum kalmaz.
    Babalar Gününüz Kutlu Olsun…

  • İNSAN KAYMAKLARI !

    Malatyalı kadınlar sohbet ederken birisi, diğerine sorar: “Senin oğlan ne yapıyor, niye hala evlendirmedin onu?”
    Diğeri cevaplar: “Olur mu? Nikahını gıydık. Hem de çalıştığı şirketin insan kaymaklarından bir tene kızla everdik onu!”
    Tebessüm yaratan bu tek harflik -masum bilgisizlik- aslında çok şey anlatıyor …
    Malatyalı kadının dediği gibi Türkiye’nin insan kaynakları, göçmenler ve yaşlı Avrupa için tam da insan kaymaklarına dönüşmüş durumda.
    Göçmenler, çeşitli amaçlarla ve koşar adımlarla Türkiye’ye geldiler. Artık her yerdeler.
    Beylikdüzü’nden bindiğim metrobüs de öyleydi. Yolculuğum, sadece mahşeri kalabalık ve içerdeki kokuyla sınırlı değildi! Çok uluslu bir toplulukla yolculuktu farklılık yaratan. Önümdeki erkeğin telefon ekranında gördüğüm Arapça yazı Ortadoğulu, muhtemelen Suriyeli olduğunu gösteriyordu. Omuzumda soluyan genç ya Özbek ya da Türkmen’di. Sırtıma yapışık sıska ve uzun delikanlının derisinin rengi Afrikalı olduğunu söylüyordu. Sağımdaki beyaz tenli kadının bir Balkan Göçmeni olduğuna bahse girebilirdim. Diğer omuzumdaki hanımın iri güzel gözleri ve eşarbını bağlama şekli acaba İranlı mı dedirtiyordu?
    Bir metrobüs böyleyse acaba ülkede durum nasıldır?
    Türkiye’de 3 milyona yakını (2.782 bin) Suriyeli olmak üzere 4 milyon yabancı var. Devletçe desteklenen Suriyeliler maaşlı ve refahları yüksek. Aralarında işveren, doktor, öğretim üyesi vb. var. İşin kaymağı işte burada.
    Nitekim 9 Aralık 2024’ten bu yana sadece 175 bin Suriyeli ülkesine dönmüş. Kalanların 239 bini Türk vatandaşı olmuş. 15-24 yaş aralığındakilerin oranı %18,3. Yaş ortalaması 21.7. Yani zamanla üreyecek, seçmen olacak nüfus.
    Adeta BM Genel kurulu gibi görünen metrobüste elbette Türkler de vardı. Mutsuz, yorgun, düşünceli insanlar. Ayaktaki yaşlılara yer vermeyen gençler de var… Yırtık kotlu, zoraki sarışın kızlar, pahalı cep telefonlarında oyun oynayan delikanlılar… Ne ki işsizliği yüzlerinden okunan bu çocukların da Avrupa’nın öykündüğü genç nüfusumuza dahil olduklarını söylemeliyim.
    Şubat 2025 ayında işsizlik oranı yüzde 8,2 olarak açıklandı. Acaba inanmalı mı? Çünkü evinize elektrik veya sıhhi tesisat ustası bile bulamıyorsunuz. Bulsanız da servet talep ediyorlar! Çünkü artık usta yetişmiyor. Çırak-kalfa-usta zinciri bozuldu. Çalışmak, zanaat öğrenmek sanki ayıp oldu. 7 milyon genç çalışarak meslek edinme yerine üniversitede okumayı seçti.
    Peki, vasıflılar ne durumda?
    102 yıllık cumhuriyetimizin birçok kaynağı gibi vasıflı insan kaynağı da kurumakta… Gençlerimizin iki seçeneği var. Gitmek veya kalmak. Kalmayı seçenler olumsuz ekonomik koşullarla baş etmek zorunda. “Bizim için evlenmek, araba-ev almak hayal oldu” diyorlar…
    Gitmeyi seçenlerin 2023’teki sayısı yaklaşık 715 bin. Bugün belki de sayı bir milyondur. Ancak sayı kadar gidenlerin yaşları önemli. Yüzde kırkı 20-34 yaşında. Haliyle yaşlı Avrupa için genç insan kaynağımız adeta kaymak tadı veriyor. Eskinin vasıfsız, dil bilmeyen Anadolu insanının yerini yabancı dil bilen şehirli genç meslek sahipleri ve kalifiye genç ustalar alıyor.
    İki milyon Türk’ün yaşadığı Almanya’da 2020’de yayımlanan nitelikli göç yasasında aranan meslekler listelenmiş. Yazılım mühendisliği, dijital pazarlama, hemşirelik, grafik tasarım, aşçı, veri bilimi vb. diye liste uzuyor…
    Peki, bu tablonun sorumlusu kimdir?
    “Giderlerse gitsinler” diyen, yanlış siyasetlerin mimarı siyasi iktidar mı? Tüketime alıştırılmış, daha çok konfor bekleyen ve ücret/iş beğenmediği için insan kaynaklarını ucuz göçmenlere kaptıran gençler mi? Gençleri kendi dönemindeki gibi meşakkatle çalışmaya ikna edemeyen ebeveynler mi? Yoksa hepsi mi?
    Bana göre sorumlu, köyden kente göçü önleyemeyen, “en az üç” sloganıyla kontrolsüz çoğalmayı tetikleyen, vasıfsız ve üretmeyen toplumu yaratanlardır.
    Kim bilir hangi bilinmez siyasi anlaşmalarla ülkeyi göçmen pazarına ve sınırları kevgire çevirenlerdir.
    Kendi insanını göçmeninden değersiz kılan, sahip çıkmayan ve gelecek kaygısı yaşatanlardır.
    Kendimize not: “Herkes layık olduğu şekilde yönetilir.” Bu ekonomik koşullarda göçmen beslemek artık eziyete dönüşmüştür. Milletçe istenmediği halde bu durumu halka dayatanlar ve bu anormalliği insanlık/din kardeşliği boyutunda görenler en büyük vebalin sahibi sayılacaklardır. Yoksa sadece o insan kokulu metrobüslere değil ebedi yoksulluğa, değersizliğe ve umutsuzluğa razı olacaklardır.
    Artık gerçekleri görmeliyiz ve insan kaymaklarımızın tükenmesine razı olmamalıyız.

  • DEPREM 7.2’LİK OLSAYDI, BU DEFA ASKER KIŞLADAN NE ZAMAN ÇIKACAKTI?

    (Doğa siyaset bilmez)

    Doğa, İstanbul’u 23 Nisan 2025 günü 6.2’lik bir depremle yeniden uyardı.

    Bu depremin hatırlattıklarından birisi de 06 Şubat 2023’de, on ili kapsayan 7.8 ve 7.4’lük depremlerden sonra askerin arama-kurtarma faaliyetlerine katılımı konusuydu. İlk günlerde TV kanallarının canlı yayınlarında enkaz alanlarında Jandarma hariç asker görülmemesi kamuoyunda büyük tepki yaratmıştı. Depremzedeler şöyle sitem etmişti:

    “Askerler nerede, neden müdahale etmiyorlar? Neden sahipsiz kaldık? Bakın saatlerdir burada AFAD var mı? Bari asker olsaydı…”

    “Eğitimin amacı bilgi değildir, Allah korkusu ve kuldan utanmaktır…” sözlerinin de sahibi olan dönemin savunma bakanının depremden iki hafta sonra adeta savunma verir gibi yaptığı açıklama depremzedeleri hiç de tatmin etmemişti.

    Bu bağlamda akla gelen soru; Marmara’da 6.2 değil de 7.2 gibi yıkıcı bir deprem olsaydı acaba yine aynı tartışma yaşanır mıydı?

    2023 depreminde askerlerle ilgili tartışmaların ardında üç konu vardı. Birincisi; sahaya askeri kimin çıkaracağı, ikincisi askerin kışladan çıkması için izin alınması, üçüncüsü de EMASYA Planının (ve bu bağlamda DAFYAR Planının) yürürlükte olup olmadığı? Sonuncusundan başlayalım.

    EMASYA Planına neden ihtiyaç duyulmuştu?

    Emniyet, asayiş, yardımlaşma kelimelerinden oluşan EMASYA, ilk kez 1993 Sivas olaylarına müdahale konusunda Vali ve Garnizon Komutanı arasındaki anlaşmazlıktan dolayı gündeme geldi.

    1997 yılında önce post-modern darbesi (28 Şubat) olarak tanımlanan bir süreç yaşandı. Üç ay sonra 07 Temmuz’da İçişleri Bakanlığıyla Genelkurmay Başkanlığı arasında bir protokol imzalandı. Esasen, toplumsal olayların önlenmesinde valinin askeri birliklere görev vermesi esaslarını belirliyordu. Diğer ifadeyle askeri sokağa çıkaracak makamı (Vali/Kaymakam) tanımlıyordu.  Adı bilinenin aksine “EMASYA Planı” değil, “5442 sayılı İl İdaresi Kanunun 11/d maddesi gereğince alınması gereken tedbirlere ilişkin protokol”dü.

    Bu maksatla TSK’de özel birlikler teşkil ve teçhiz edildi. (6’ncı, 23’ncü ve 47’nci Motorlu Piyade Alayları)

    DAFYAR Planı nasıl dahil oldu?

    36 binden fazla askerin görev aldığı 1999 Marmara depreminden sonra bu defa hayatımıza “Doğal Afet Yardım” kelimelerinden oluşan “DAFYAR” girdi.

    Bu da bir doğal afette mülki amir tarafından EMASYA’daki gibi askeri birliklerin görevlendirilmesini öngörüyordu. Bu görev de özel yönetmelik, plan, teşkilat, teçhizat ve eğitim gerektiriyordu.

    2000 yılında yayımlanan TSK Doğal Afet Yardım Harekâtı Direktifinde askeri birlikler için a’dan z’ye her şey yazıldı. Birinci maddesinde “afete müdahale için valinin görev vermeye yetkili olduğu”, yedinci maddesinde de “askerin üstlerinden emir ve izin beklemeksizin valinin direktiflerini yapmaya mecbur olduğu” yazıyordu. Direktifin yasal dayanağı 15 Mayıs 1959’dan beri yürürlükte olan “Umumi hayata müessir afetler dolayısıyla alınacak tedbirlerle yapılacak yardımlara dair” isimli 7269 sayılı kanun ve TSK 211 sayılı İç Hizmet Kanunuydu.

    Bu görevin icrası da EMASYA Birliklerine verildi. Hasdal, Samandıra ve Metris’teki EMASYA Alayları aynı zamanda DAFYAR Alaylarıydı. EMASYA ile DAFYAR’ın kesiştiği yer işte burasıydı. Normalde DAFYAR görevinin EMASYA Planı ile doğrudan bir ilgisi yoktu. Birisinde gerekçe toplumsal olaylar diğerinde doğal afetlerdi.

    MSB, Genelkurmay Başkanlığı, Kuvvet Komutanlıkları bünyesinde araştırma grubu, DAFYAR Birlikleri, koordinasyon merkezleri, lojistik destek üsleri, yardım kabul merkezleri kuruldu. TSK’nin tüm muhabere tesisleri, iş makinaları, seyyar üniteleri, hastaneleri, helikopterleri, uçakları, İHA’ları, çekicileri, araçları kurum kültürü de eklenerek DAFYAR için tahsis edildi. Eğitimler ve tatbikatlar düzenlendi. Sivil makamlarla koordinasyon ve iş birliği artırıldı.

    2002-2004 yılları arasında Hasdal’da EMASYA/DAFYAR Tabur Komutanlığı yaparken bu süreçleri ve heyecanı bizzat yaşadım. Görevim süresince bir bankanın çevre emniyetinin alınmasından, Galatasaray-Fenerbahçe derbi maçında asayiş olaylarının önlenmesine, yoğun kar yağışı nedeniyle kapanan TEM otoyolunun açılmasından, mahsur kalan hamile vatandaşa müdahaleye kadar çeşitli EMASYA ve DAFYAR görevleri aldığımızı hatırlıyorum.

    Önemli bir gelişme de 2009 yılında çıkarılan 5902 sayılı yasa ile Başbakanlığa bağlı Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanlığı kurulmasıydı. Bununla birlikte AKUT ve benzeri kurumlar pasifleştirilmeye başlanmıştı.

    EMASYA Planı (dolayısıyla DAFYAR) neden kaldırıldı?

    EMASYA Planı, 13 yıl sonra, 2010 yılında İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ döneminde ortak imzayla kaldırıldı. Siyaseten tek bir gerekçesi vardı: Darbe korkusu…

    Protokolün 9’uncu maddesindeki “… EMASYA Komutanlıkları, gecikmenin yaratacağı mahzurları ortadan kaldırmak için olaylara müdahale eder… cümlesinin askerin sokağa izinsiz çıkması için yasal bir imkân yarattığı düşünülmekteydi.

    Ancak Genelkurmay Başkanı iktidarın maksadını yumuşatarak; “Kalkabilir, bu protokole gerek yok, zaten kanunda yetki var… Her şey valinin direkt emir komutası altındadır…”’ demişti.

    EMASYA Planı tekrar yürürlüğe konuldu mu? Türkiye’nin bir EMASYA Planı var mı?

    1997’de karşılıklı olarak imzalanan, 2010 yılında yine karşılıklı olarak kaldırılan EMASYA Planı tekrar yürürlüğe konulmamıştır. Bugün itibariyle önceki gibi karşılıklı olarak imzalanmış bir EMASYA Planı yoktur.

    Cumhurbaşkanı tarafından imzalanan 6722 sayılı torba kanun değişikliğinin 12. maddesinde zaten yürürlükte olan 5442 sayılı İl İdare Kanunun 11. maddesine sadece (j) fıkrası ilave edilmiştir. “EMASYA Planı yeniden imzalandı” şeklinde yorumlar doğru değildir. İçeriği itibariyle EMASYA konularıyla ilgili olsa da yeni bir plan değildir.

    Esas olarak; “Terörle mücadele için İçişleri Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla TSK görevlendirilebilir… İllerde iş birliği, koordinasyon ve gözetim valiler tarafından yerine getirilir…” hükmü yer almaktadır. Ayrıca bu kapsamdaki suç halleri belirlenmiştir.

    Burada dikkat çeken başka iki önemli konu var: Birincisi bu kanun düzenlemesinin zamanı. Kanun, 13 Temmuz 2016 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından imzalanmış, 14 Temmuz 2016 günü resmî gazetede yayımlanmış ve 15 Temmuz 2016‘da darbe girişimi olmuştur. Yani EMASYA’nın kaynağını oluşturan ilgili kanun maddesine yapılan ilaveler darbeden iki gün önce imzalanmıştır. Acaba neden ilave yapıldı? Acaba ertesi gün sokağa çıkarılacak askerler için bu madde yasal bir gerekçe miydi? Yoksa bu tarih sadece bir tesadüf müydü? Cevabını okura bırakmak istiyorum.

    İkinci konu da 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra özellikle İstanbul’da askeri birliklerin şehirlerden uzaklaştırılması, coğrafi yaygınlık sağlayan kışlaların kapatılması ve toplumsal olaylara ve/veya depremlere erken müdahale için zinde/eğitimli gücün tümüyle yok edilmesidir.

    Depremlerle ilgili son yasal düzenleme ne zaman yapıldı?

    Cumhurbaşkanlığı, Şubat 2022’de, “Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri” adında 5211 sayılı yeni bir yönetmelik yayımladı. Yasal kaynağı yine yürürlükte bulunan 1959 tarihli 7269 sayılı kanundu. Yönetmelikte esasen Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP) yer aldı. Kâğıt üzerinde detaylı ve çok özenle hazırlanmış bir yönetmelikti.

    Ancak bu yönetmelikte ilginç bir detay vardı. Doğal afetlere müdahalede sekiz bakanlık (İçişleri, Çevre, Ulaştırma, Enerji, Sağlık, Maliye, Hayvancılık, Aile) “Ana Çözüm Ortakları” olarak görevlendirilirken Millî Savunma Bakanlığı “Destek Çözüm Ortağı” olarak tanımlanıyordu. Yani askeri birlikler, depremde vatandaşına yardım için artık öncelikli bir güç değildi. Destek çözüm ortakları listesinde yer alan TOKİ veya Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ikincil aktörlerden birisi oldu.

    Ancak Md.25 (9)’da “… Vali ve kaymakamlar tarafından kendilerinden istenecek yardımları üstlerinden emir beklemeksizin ve gecikmeksizin 7269 sayılı kanunun gereği olarak yerine getirirler…“  ibaresine yer verildi. Ayrıca koordinasyonun valilikler tarafından yapılacağı belirtilmişti. Bu anlamda AFAD’ın sahada ve planlamada genel koordinasyon işini üstlenmesinin kanunen uyumsuzluk teşkil ettiği düşünülmektedir. AFAD’ın, Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP)’da ne olduğu, neleri yapacağı açıktır.

    2023 Depreminde Asker neden yoktu?

    Bu yönetmeliğin yayımından tam bir sene sonra (06 Şubat 2023) K.Maraş-Hatay depremi yaşandı. Depremle birlikte EMASYA Planı yine gündeme geldi. Askerin arama-kurtarma faaliyetlerine katılma(ma)sı konusu, EMASYA Planına bağlandı. Oysa ki askerin kışlasından çıkarılmamasının sebebi EMASYA Planı değildi.

    Çünkü doğal afetlere askerin yardım etmesi için 7269 sayılı “Umumi hayata müessir afetler dolayısıyla alınacak tedbirlerle yapılacak yardımlara dair” kanun, iptal edilen EMASYA Planının kaynağı olan 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu, 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu ve en son 2022’de imzalanan 5211 sayılı “Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği” zaten yürürlükteydi.

    Bu yasalar ve yönetmelikler askerin kışlasından çıkarılmasına ve arama-kurtarmada doğrudan görev verilmesine zaten imkân veriyordu. Kanun, “Vali emreder, asker de üstlerinden izin beklemeden görevi yerine getirir” diyor. Hatay, K. Maraş Valileri başta olmak üzere bölgedeki tüm valiler, garnizonlarındaki askeri ilk saatten itibaren sahaya çıkarabilirlerdi. Önceki depremlerde olduğu gibi daha ilk 24 saatte arama-kurtarma faaliyetlerine başlatabilirdi. Kaybedilen 41 binden fazla insanın sayısı azaltılabilirdi.

    2023 depreminde “Asker neden arama-kurtarmaya katılmadı?” sorusunun muhatabı daha bir sene önce imzalanan yönetmelikte ikincil rol verilmiş asker değildir. Muhatap, valilikler ve bağlı olduğu İçişleri Bakanlığıdır. Ancak bunun için hesap sorulan tek vali olduğunu zannetmiyorum.

    Bu hazin sonuç, belki de “Tüm koordinasyonu AFAD yapacak” talimatının ve askeri “Destek çözüm ortağı” olarak kışlasında tutan 2022 tarihli 5211 sayılı yönetmeliğin ilk başarısız uygulaması oldu. Sonuçta çok şey beklenen AFAD görevini ve çözüm ortaklığını yapamadı. Halk da maalesef dert ortağı oldu.

    Yaşanmış ilginç bir örnek var: Ben Hasdal’da EMASA/DAFYAR Tabur Komutanlığı yaparken, 20 Kasım 2003 tarihinde İngiliz HSBC Bankası bombalanmıştı. TV’ler, bankanın çevre emniyetinin askerler tarafından alındığına dair görüntüleri yayınlamaya başlamıştı. Bunun üzerine İstanbul Valisi Muammer Güler: “Ben böyle bir emir vermedim, birlikleri derhal çekiniz” talimatı vermişti. Birlikleri validen emir beklemeden kışla dışına çıkaran o zamanki 1’inci Ordu Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt emri uygulamış ve iki bölük hemen bölgeden çekilmişti.

    Bu örnekten hareketle asrın depreminde vatandaşı göçük altında kalan illerin valileri de aynı inisiyatifi kullanabilmeliydi. Valiler, kimseden emir beklemeden askeri birlikleri doğrudan enkaz bölgesine sevk edebilmeliydi. Ama yapamadılar. Sebep malum…

    Burada TSK’ye de sorulacak soru var: Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bile doğal afetlere müdahalede ana çözüm ortağı iken siz destekleyen çözüm ortağı olmayı nasıl içinize sindirdiniz? Dönemin Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı, 2022 yılındaki bu yönetmeliği nasıl kabullendiniz? Sonrasında 2023 depreminde yaşananları vatandaşın acizliğini gördünüz. Bir talebiniz oldu mu? Bugün hala ikincil rolde misiniz? Olası Marmara depreminde de yine kışlalarınızda oturacak mısınız? Yoksa emir beklemeden koşar adımlarla enkazın başında hazır olacak mısınız?

    Bunları yazarken içim acıyor, aklım almıyor. Neden mi? Bir boksör (devlet) düşününüz. Çok güçlü bir rakiple (7.8’lik deprem, kar, soğuk) mücadele edecek. Müsabaka boyunca ringde güçlü sağ yumruğunu (TSK’nın eğitimli ve tam teçhizatlı birlikleri) arkasında saklıyor ve sadece sol eliyle (AFAD, bekçiler, güvenlik görevlileri, bizzat halk) dövüşmeye çalışıyor. Üstelik kronometre çalışıyor, her geçen dakika gücü azalıyor, maç bitti bitecek, altın kemer gidecek.

    Sonuç olarak;  

    Askeri darbe korkusuyla askeri şehir dışına sürmek, doğal afetlerde kışlalarda tutmak, erken müdahalede çok önemli bir zinde güçten mahrum bırakmak, vatandaşına yardım için en tepeden emir beklemek, kanunen bu emri vermeye yetkili valiyi saf dışı bırakmak yanlıştır, günahtır, suçtur. Bu konu sadece ilgililerin vicdanına bırakılacak bir konu değildir… Vatandaşın canı ve malı, asker korkusuna, vesayet safsatasına ve doğaya kurban edilmemelidir.

    Umarım 2023 depreminin bu yakıcı tartışması Marmara’da beklenen büyük depremde tekrar gündem olmayacaktır. Marmara’daki valiler, kanunlar gereği depremden dakikalar sonra o şehirdeki askeri, enkaz sahasına sürebilecektir. Bu halk adına bugünden talebimizdir.

    Umarım arama-kurtarma ile hiç ilgisi ve tecrübesi olmayan AFAD Başkanı Exeter’li/Rizeli valimiz, beklenen büyük depremin yükünün ve molozunun altından kalkabilir.

    Umarım TSK, kaybettiği peygamber ocağı ruhunu tekrar kazanacak ve siyasetten uzaklaşıp, vicdanının ve halkının yanında olacaktır.

    Umarım askerden umudunu kesen iş adamı Ali Ağaoğlu’nun şu sözleri gerçek olmaz: “İstanbul’da, Allah göstermesin, 7-7,5 bir deprem olsa İstanbul’a Ordu (bile) giremez…. Ölen şanslı olur.”

    Biliniz ki; doğa siyaset tanımaz, siyaset yapmayı bilmez, sizin yönetim sorunlarınızla, askeri vesayet takıntılarınızla, ikbal hayallerinizle ilgilenmez, şanslıysanız belki önceden ikaz eder sonra da vurur geçer… Yine öyle olacaktır.

    (Bu ilk yazı vesilesiyle BIDOGU okurlarını gönülden selamlıyorum…)